Yaptığım sohbetlerde sık sık yeni fikirler ediniyorum. Edindiğim fikirler hakkında yazana kadar bu fikirleri asla tam olarak anlamıyorum ve sahiplenemiyorum. Yazmak dediğimiz en basit haliyle bir düşünme biçimi olduğundan yazarak düşüncelerimizi netleştirebiliyoruz. Bu da daha yeni düşüncelere yol açıyor. Yazma işi doğru düzgün yapıldığında bizi geliştiriyor. Ben de edindiğim fikirleri elektronik ortama, çoğunlukla ise kağıda dökmeye bayılıyorum.
Denir ki bir gün bir kitap yazamayacak olsanız da, yazsaydınız adını ne koyacağınızı bir düşünün. Defalarca düşünmüş, kafamda kitaplar yazmış, adını koymuş hatta kapağını bile hayalimde tasarlamışımdır. Nitekim yazmak zor ve meşakkatli iştir. Hele sabır ve istikrar gerektiren uzun metinler yazmak…
Kitap okuma oranlarının bile bu kadar düşük olduğu güzel ülkemde kaldı ki kitap yazmak? Bunu sorsak imkansız bir tarafı var gibi hissederiz. Oysa hepimizin telefonunda ekran saatleri uygulaması, vaktimizi neye harcadığımızı ayan beyan ortaya seriyor. Stephen King kitap yazma konusunda şunu söylüyor: “Eğer kitap okumaya vaktiniz yoksa, yazı yazacak donanımınız ve de zamanınız da yoktur.”
Bu yüzden çevremde bu işe gönül vermiş insanların yazı yazmak ile ilgili her girişimini ilgi ile takip ediyorum. Bu bir makale de olabilir şiir de. Kitap olduğunda ise tadından yenmiyor. Büyük heyecanla beklediğim ve araştırma-yazım aşamalarına da bizatihi yakından şahit olduğum, artık basılsın da keyifle okuyalım dediğim Dr. Öğr. Üyesi MERYEM NAKİBOĞLU hocamın Hip Hop Kültürü | Küçük İstanbul Kreuzberg ve 36 Boys isimli kitabı sonunda satışa çıktı.
“Türkler, 1961 yılında Almanya’ya işçi olarak gittiğinde bando ve çiçeklerle karşılanır. 1980’lere gelindiğinde durum tersine döner. Kötü giden Alman ekonomisinin müsebbibi olarak görülürler. Yabancı düşmanlığı Almanya genelinde olduğu gibi Berlin Kreuzberg’de de yaşanmaya başlar. Berlin Duvarının 89’da yıkılmasıyla Neo-Nazi saldırılarında artış olur ve Türklere yapılan şiddetin dozu artar. Artan şiddet olaylarına karşılık tıpkı Amerikan filmlerinde görmeye alıştığımız sokak çeteleri gibi Türk gençleri de bir araya gelerek çeteleşmeye karar verir. Etki, tepkiyi doğurmuş ve hikâyemizin kahramanları olan Almanya’nın en büyük sokak çetesi Kreuzberg’te “36 Boys” adıyla ortaya çıkar. Bir zamanlar eli silah tutan bu gençler artık mikrofon ve fırça tutmakta, çeşitli sanat, spor ve sosyal faaliyetlerle adlarından bahsettirmeye devam etmektedir. Canı pahasına Kreuzberg’i Neo-Nazi’lere karşı koruyan bu gençlerin dününe ve bugününe şahitlik edeceksiniz.”
Kitabı keyifle okuyacak olmam sadece çevremdeki birinin yazmış olmasından ileri gelmiyor. Hepimizin illa ki bir yakını ya da yakınının yakını ‘gurbetçi’ dediğimiz gruba dahil olmuştur. Az çok hikayeler dinlemiştir. Öncesinden tarihini ve anekdotlarını bilerek gittiğim Berlin’de Kreuzberg’i görmek benim için de çok etkileyici olmuştu.
İşçi olarak gidenlerden yüksek mertebelere gelip zengin olanları da vardı, bu hayata daha fazla tutunamayanı da, olduğu yerde sayanı da… Bunlara ek olarak başlayan ırkçılık dalgası ve beraberinde gelen katliamlar, hala aydınlatılmamış cinayetler… Türk gençlerinin tepki olarak ortaya çıkması ve kendilerini savunmak için her yola girmesi… Olayın kendisi bile büyüleyici.
Hangi Türke sorsanız bambaşka bir hikayesi olan Küçük İstanbul’a ve 36 Boys grubuna bir de Meryem Hocamın gözüyle bakmak ve kulağıyla duymak istiyorum.
Tam zamanlı bir yazar olarak çalışmak, bu işten ekmeğini kazanarak kitap yazmak sadece yazdığına odaklanmak demektir. Ama hem akademisyen olup makaleler yazmak, sınav kağıtları okumak, derslere girmek ve daha fazlasını yaparken üstüne bir de kitap yazmak ile uğraşabilmek de azmin ve başarının en büyük göstergelerindendir.
Ben şahsen kitap satışa ilk çıktığı anda siparişimi verdim, elime geçmesini heyecanla bekliyorum. İnternet üzerinden satın almak isteyenler buraya tıklayarak kitaba ulaşabilirler. Meryem Hocama literatüre böyle bir kaynak kitap kazandırdığı için teşekkürlerimi sunarım.
Kendi öz vatanında “Alamancı” gurbette “öteki-yabancı” insanımızın 60 yıllık göç serüveninin hikayesi…
Milletimizin hemen hemen her bir ferdinin sosyal, kültürel veya ekonomik olarak bir şekilde etkilendiği Almanya’daki gurbetçilerimizin yaşadıklarını tarihe not düşen bir şaheser…
Bu eser okunmaya değer…
-M.İrfân ÇINARGİL-
Kültürümüzde “Şeref-ü’l-mekân bi’l-mekîn…” diye meşhur bir kelâm-ı kibâr vardır. Bu vecîz ifade; “Bir mekânın şerefi, içerisinde yaşayanlardan, sînesinde barındırdıklarından gelir…” anlamını taşımaktadır. El-hak bu söz doğrudur, ancak yazıda tanıtılan eserle ilgili yukarıdaki yorumu yazarken “bu eseri tanıtan yazının güzelliği sebebiyle yazarı Enes AYGÜN’ü tebrîk etmeyi” ihmâl etmişiz. Şimdi hakkını teslim edelim: “Böyle bir yazı için kitap yazılır!”
🙂
-M.İrfân ÇINARGİL-
İnsan anlaşılmak ister, hele gurbetteyse… İnsanı anlamak ise herkesin harcı değil, gören gözle bakmayı, gönül sahibi olmayı gerektirir. Yakın tarihimizin hiç tartışmasız en önemli göçünü, gurbetçilerimizin dününü, bugününü ve geleceğini konu edinen bu eser bunu hakkıyla ispatlıyor, bu gayret tebriki hak ediyor.
-Cânan CANDAN-
İç karartan haberler sebebiyle çekilmez hale gelen dünyamızda iyi şeyler de oluyor, bu eser gibi…
Tebrikler…